Şiirin
Gölgesinde: Pençe ve Kanat
Mikayıl
Müşfik'in Hayatı
Modern Azerbaycan Türk edebiyatının hisli ve
görklü şairi Mikayıl Müşfik -
İsmayılzade Müşfiq Abdülkadir Oğlu da denebilir -
5 Haziran 1908 yılında Bakü'de hayata gözlerini
açar. Bu göz açış, onun hayatını
baştan bizlere aşikar kılan, adeta bir merhaba deyiş
olmuştur. Bu öyle bir içli merhaba
deyiştir ki, Müşfik, bir bakıma bizlere hayatını
henüz bebekken anlatmıştır ve bütün bunların
bağlamında şairin acısı, 6 aylık bir
yavrucığazken annesini kaybetmesi ile başlamıştır.
Önce süt annesi Sefiyye'nin, sonra da ninesi Gızgayıt ve
üvey annesi Zübeyde'nin yanında
kalmıştır. Şairin bu acı ile
dünyaya gözlerini açması, yedi yıl sonra da sanki
hiç azalmamış gibi artarak ilerlemiş, babasının
vefatı ile hüznün arşına ulaşmıştır.
1915-20 yılları arasında Rus-Tatar mektebine,
1920-27 yıllarında Azerbaycan'da Sovyet hakimiyeti kurulunca 12
numaralı II dereceli okula başlar. Şair daha sonra
1927-31 yılları arasında bugünkü adıyla N. Tusi adına Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi
olarak bilinen Azerbaycan Devlet Darülfünunu Dil ve Edebiyat
Fakültesi'ni bitirir. Muallimlik (öğretmenlik),
redaktörlük ve tercümanlık yaparak çok
yönlü yeteneğini ortaya koymayı başarır.
İlk matbu şiiri 28 Nisan 1926'da henüz 18 yaşındayken
"Genç İşçi" gazetesinde yayımlanan
"Bu Gün" şiiri olmuştur. Fakat
öncesinde "Gölgeliklerde" şiiri ve bir takım
şiir parçaları Müşfik'in
yayımlatmadığı ilk şiir tecrübeleri
sayılabilir. 1930 yılında ilk şiir
kitabı "Külekler" adı ile basılır. Şair, aşkı olan Dilber Hanım ile
nişanlanarak 1934 yılında evlenir. Bu
evliliklerinden Yalçın adında bir oğlu olsa da,
babası gibi hüzne doğmuş ve Müşfik'i hüzne
boğmuştur. Henüz 2 aylıkken vefat
etmesi bu hüznün acı sebebidir. Her ne kadar
ilk şiirlerinden bazıları ve birtakım makaleleri Sovyet
matbu organı "Komünist" gazetesinde yayımlansa da,
Müşfik bütün ruhuyla bir uyanış şairidir. 1937 yılında Sovyet rejimi aleyhinde bulunduğundan
dolayı "sistem düşmanı, Pantürkist" olarak
hapse atılmıştır. Oysa o, hem bir şair, hem de bir Türk evladı olarak hissinin ve pak
kanının gereğini yapmıştır. Çok fazla
ilgiyle karşılanan "Tar" şiiri hem onun tutukluluk
süresine etki etmiş, hem birçok kişi
tarafından eleştirilmiş, hem de onun şiirini en iyi anlatan
özlem ile vatan, aşk ve ümit temalarını
birleştirmiştir. İyice kızışan
Rus yönetimi alçakça bir karar vererek 5 Ocak 1937'de
gülleleme hususunda hemfikir olurlar. Kin ve
nefret dolu Rus yönetimi hemen o gece 6 Ocak'ta Nargin adasında
Müşfik'in idamını gerçekleştirir ve bir
mezarı bile olmadan ebediyete vardırılır. Toplum hafızasında "sevgi ve güzellik
şairi" olarak yaşayan şair, aynı zamanda
acının, kalbin, insanın, vatanın, hayatın kısaca
her şeyin şairi olmuştur. O kısa hayatına nice
büyük vasıflar kazandırmayı bilmiştir. Türk edebiyatı, 1937 yılının Ocak
ayının 6. gününden beri
derin bir matemin içine yelken açmış, derinliklerinde
Müşfik'i bulup, şiirleri ve tabii duruşu ile
yaşatmayı biz genç yoldaşlarına mümkün
kılmıştır. Nitekim edebi yolbaylık
vazifesi üstlenen şairi anlamak ve onu yaşatmak bizler ile
mümkün olacaktır.
Ziya Osman Saba'nın
Hayatı
Evvela
denilebilir ki, Ziya Osman Saba'nın hayatı kısmen Mikayıl
Müşfik'inki kadar acı içerisinde
geçse de, yine onun gibi alçakça
sonlandırılmamıştır. Bu
düşünce içimizi rahatlatmalı mı, yoksa daha
mı çok üzmeli, varın ona sizler karar verin.
Ziya Osman, 30 Mart 1910'da İstanbul'un Beşiktaş semtinde
annesinin ailesine ait bir evde dünyaya gelir. Müşfik kadar
erken - daha yaşında bile değilken - acıyla
karşılaşmasa da, Ziya Osman, 8 yaşında İspanyol
nezlesine kurban verdiği annesinin vefatı ile acıyı
iliklerinde hisseder. Bu durum onda kaçarak ananesine
sığınma hususunda hayati etki bırakmıştır.
Daha sonra Galatasaray Lisesi'ne yatılı olarak
gider. Burada Cahit Sıtkı, Yaşar Nabi gibi diğer
önem teşkil edecek şahsiyetlerle tanışır. Nabi vasıtasıyla "Yedi Meşale" grubuna
katılır ve bu grupta edebi faaliyetlerini sürdürür.
1931 yılında liseden, 1936 yılında ise
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olur. Burada okuduğu yıllarda Cumhuriyet gazetesinde de
çalışmıştır. İlk
evliliği Nermin Hanım ile olmuştur. 1936
yılında askere gider, döndükten sonra 1938
yılında Emlak Bankası'na işe
girer. Tüm bunların yanında eşi Nermin
Hanım'ın hastalığı ile de uğraşan Saba, bu
dönemde karamsar şiirler yazar. Daha sonra
ailesi ve kendisinin hemfikirliği ile eşinden ayrılır.
Bu arada da babası geçirdiği kalp krizi sonucu vefat eder. Yıkımlar üst
üste gelmiştir. Daha sonra Saba, 1944 yılında
bankadaki görevine döner ve orada tanıştığı
Rezzan Hanım'a aşık olarak evlenir. Bu evlilikten iki çocuğu olur. İstanbul dışına bir dönem gönderilse
de, geri döner. 1950 yılında Saba, ilk
kalp krizini geçirir. Bu nedenle işinden
dahi ayrılıp, evinde oturarak Yaşar Nabi'nin kurucusu
olduğu Varlık Dergisi'nde çalışmaya başlar.
Bu kısa dönemde ölüm korkulu ve geçmişe
özlem, iyi günlere hasret, aşk, hüzün, bulunduğu
durumdan kaçış konularında şiirler yazmaya
başlar. 29 Ocak 1957 yılında
geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirir.
***
Bütün
bu hayat derslerinden sonra, bizleri mateme sürükleyen, acılara
sevk eden ve orada kalıp kendimizi şöyle bir silkelememizi
sağlayan büyük şair Mikayıl Müşfik
yazdığı şiirler ile ve yaşantısı, hayat
şartları, kişiliği üzere tıpkı bir
"pençe" görevi görmüş,
yaşadığı döneme sıkı sıkıya
bağlanmak adına, vatanına, aşkına, hayat sevgisine -
şiirlerine bir kartalın pençeleri ile tutunur gibi tutunmak
istemiştir. Onun kısacık hayatında
büyük izler bırakarak bu dünyadan göçmesi,
zannımca bu pençelerin kuvvetliliğinden
kaynaklanmaktadır. Kuvvet o denli
büyüktür ki, bizler halen onun şiirleri,
yaşantısı ile bir araya gelince, o pençe izleri bizim de
yüreğimizde yaralar açar, kanatır da kanatır
vaziyettedir. Bizleri büyük bir sürüklenişin
içersinden çekip çıkaran, aşk, özlem gibi
konularda düşünmeye iten onun şiirleri olmuştur. Şairin hayatı yıkımlarla doludur, evet, en
huzurlu anı bile şairin gönlünde farklı ortaya
çıkar. Şair, zannımca en mutlu
anında dahi kendisini bir romancı gibi gökten izleyebilen,
durumuna hüznün mutlu yanı ile yaklaşan yahut
hüznünü en derin şekilde için-için
yaşayan, mutluluğa sıkı sıkıya bağlı,
aşkın şarabından doymadan içen kişidir. Bu tanımlar yetersiz kalsa da, Müşfik'in
bağlamında bütün bunları yüreğimizin ta en
derininde hissederiz. Sevgi ve güzellik temalarını
pençelerinin ucunda naifliklerle terennüm eden,
bunun yanında vatanında yaşadığı acılarla
beraber hayatı o pençelerinin en sert yeriyle tutmaya
çalışan kişinin adıdır, Mikayıl
Müşfik.
Yine
bütün bu hayat serüvenlerinin yanında bizleri yıllar
öncesinde yaşamış olsa da, şuan bile
geçmişe götürmeyi başaran, hüznü
iliklerimize kadar işleyen ve ayrılışın o ince telini
yüreğimize bağlayan, ev, aile, dost, aşk kısaca
ayrı kalınca kalbimizi kanatacak olan her türlü
konuları işlerken bir tür "kanat" görevi
görerek, bizleri uçurarak o eski sevince, aşka ve hatta
hüzne bile götüren kişi ise Ziya Osman Saba'dır. O
bütün bu yaşam keşmekeşinde yalnız kalmayı
hak etmediğini, kabullenemediğini düşünür ve o
eski günlere adeta kanatlanıp uçmak ister ve bizleri de
şiirleri ile kanadına oturtup götürür. Müşfik ve Saba, bir kartalın pençeleri ve
kanatlarıdır. Aynı konularda yani
aynı gövdede buluşan şairlerin birisi aynı
konuların yanında pençe görevi görerek
sıkı sıkıya tutunmayı, öteki ise yine aynı
konuların yanında kanat görevi görerek uça
uça mutluluğa konmayı arzulamıştır. Fakat unutulmamalıdır ki, ikisi de aynı gövdede
buluşmadan kartal uçamaz, zannediyorum hayalimizde ayaksız,
ama kanatlı yahut ayaklı, ama kanatsız bir kartal
düşünemiyoruzdur.
Şiirler
ile bakacak olursak eğer, Müşfik'in
"Hayat Sevgisi" şiiri ve Saba'nın "Bilemiyorum"
şiiri yaşama arzusu yanında derin bir dünyadan ve
sevgiliden ayrılma korkusu, düşüncelere dalma, kederlenme,
geçmişe ve güne, yaşama özlem doğrultusunda
birleşmiştir.
Ah, mən
gündən-günə bu gözəlləşən
İşıqlı dünyadan necə əl çəkim?
Bu yerlə
çarpışan, göylə əlləşən
Dostdan, aşinadan necə əl
çəkim?
Həyat
dedikləri bu keçməkeşdən,
Qəlbimdə,
qanımda yanan atəşdən,
Gecədən,
gündüzdən, aydan, günəşdən,
Bu əngin fəzadan necə əl çəkim?
Mehriban
sevgilim qarşımda durdu,
Yenə
şairliyim başıma vurdu,
Məndən
məcnun könül maraqla sordu:
- Bu
saçı leyladan necə əl çəkim?
Mikayıl
Müşfik, Hayat sevgisi
Bilemiyorum yıllardır neredeyim?
Her
gün yediğim ekmek, susayıp içtiğim su,
Kolundan
tutup gitmek istediğim kadın,
Yaşamak
kaygısı, gök hasreti, ölüm korkusu
Ve Rabbim
senin adın!
Yıllar var ki içindeyim hayatın.
Anıyorum
gençliğimi, özlüyorum çocukluğumu,
Fakat bilemiyorum yarını.
Bilemiyorum
Rabbim, maksadını, kararını.
Hepimiz
işte dünyadayız,
Yataktaki
hastamız, topraktaki ölümüz;
Neyiz, ne olacağız?
Bir
şey bilmiyorum... Nefes almaktayım yalnız.
Rabbim!
Beni yaratmışsın,
İnsan
şeklinde görünüyorum,
Terlerim
yazın, üşürüm kışın,
Düşünüyorum,
düşünüyorum..."
Ziya Osman Saba, Bilemiyorum
Bu şiirler bağlamında Saba ve Müşfik
farklılıklar da göstermiştir. Zaten bundandır ki, ikisi de
kanat değil, biri kanat biri pençe olmuştur.
***
Mikayıl Müşfik'in çok sevilen ve büyük
tartışmalara yol açan, zamanla farklı şekilde
yorumlanan, en hisli ve onu en iyi anlatan şiirlerinden birisi de
"Oxu Tar" şiiridir. Ziya Osman Saba,
"Geçen Zaman" şiiri ile Müşfik'in bu
şiirine hissi ve çıkarılabilecek anlam
bağlamında benzer bir şiir meydana getirmiştir.
Oxu, tar,
oxu, tar!...
Səsindən ən lətif şeirlər dinləyim.
Oxu, tar,
bir qadar!...
Nəğməni su kimi alışan ruhuma çiləyim.
Oxu, tar!
Səni kim unutar?
Ey
geniş kütlənin acısı, şərbəti -
Alovlu sənəti!
Gözləri
qibləyə açılan hasarlı binalar
Dinləmiş əzəldən səsini.
Papaqlı
atalar, çadralı analar
Ötürmüş sayəndə köksünü.
***
Oxu, tar,
fikrimdə oyansın
Baharın,
Seyidin qəzəli;
Oxu, tar,
ruhlansın
Şirvanın,
Gəncənin mehriban gözəli!
***
Sən ey
tar!...
Gülləri
əməkçi barmaqlar qanından
Rəng alan xəlçələr
Xəlçələr
üstündə uzanmış-
Dodağı
qönçələr
"-
Hey, saqi, mədəd qıl soğudu şərabın,
İncitmə könlünü bu xanə-xərabın!"-
Söyləyən
tox sözlü şairlər,
Həvəsdən
doymayan açgözlü şairlər:
Nadimlər,
Vaqiflər,
Gözəllik
sirrinə vaqiflər
Həp səni
dinləmiş;
Oxumuş, inləmiş.
İndi də
bizimçin oxu, tar!
Səni kim unutar?
Mikayıl Müşfik, Oxu tar
Hiç olmazsa unutmamak isterdim.
Eski
geceler, sevdiklerimle dolu odalar...
Yalnız
bırakmayın beni hatıralar.
Az
yanımda kal çocukluğum,
Temiz
yürekli uysal çocukluğum...
Ah,
ümit dolu gençliğim,
İlk
şiirim, ilk arkadaşım, ilk sevgilim...
-
Doğduğum ev. Rahatlıyacak içim
duysam
Bir tek kapının sesini.
Arıyorum
aklımda bir ninni bestesini...
Böyle uzaklaşmayın benden, yaşadığım
günler.
Güneş, getir bir bayram sabahını.
Açılın
açılın tekrar
Çocuk
dizlerimdeki yaralar,
Hepiniz
benimsiniz:
Mektebim,
sınıflarım, oturduğum sıralar...
Yalnız
hatırlamak hatırlamak istiyorum
Nerde
kaldı sevgilim, seni ilk öptüğüm gün,
Rengine
doymadığım o sema,
Ahengine kanmadığım ırmak.
Bırakıp herşeyi nereye gidiyorum?
Neler
geçmişti aklımdan,
Nedendi ağladığım, nedendi
güldüğüm?
Ah
nasıldı yaşamak?
Ziya Osman Saba, Geçen zaman
Bu
şiirlerde görüldüğü gibi bir özlem
vardır, geçmiş zamana Müşfik, tar ile konuşarak
gitmeyi, onun çaldıkça geçmişleri geri
getirmesini, Saba ise her biriyle ayrı ayrı konuşarak
yaşamanın kaybolduğunu, özlemini
anlatmıştır.
Bir diğer şiirsel bağlam ise ölüm teması olmuştur. Bu bağlamda Mikayıl
Müşfik'in "Hayat Eşqi" şiiri ve Ziya Osman Saba'nın "Emanet" şiiri beraber
gösterilebilir.
Gel
qardaş! Çağırır bizi bu torpaq,
Ölümün gözüne nizeler sancaq.
Qerq olub
getsek de qanlar gölünde,
Heyatı
qoymayaq ölüm elinde"
Mikayıl Müşfik, Hayat
aşkı
Geri
vereceğiz hepsini...
Bunca
yıllık vücudumuz; el, kol, ayak,
Öpüştüğümüz
dudak,
Yeşilini gözlerimizin, mavisini.
Tepeden tırnağa kemiğini, derisini.
Kadın,
erkek, yaşlı, genç, er geç,
Bir tabut
içinde, hepsini...
Ziya Osman Saba, Emanet
"Hayat
Eşqi" ve "Emanet" şiirleri ölümün
kaçınılmazlığını kabul
etmiş şiirler olarak yorumlanabilir. Müşfik ve Saba ne
yazık ki ölüm konusunda bu kadar benzer
olmuşlar, bu durumdan ikisi de hüsranla ayrılmış,
acılarla hemhal olmuşlardır. Birçok
konuda bir araya gelerek, maddi olmasa da, bugün münevver
gençlerimizin aracılığıyla kurumaya
bırakılmayan Türk edebiyatı, mana aleminde böyle bir
birliktelik kurmuştur. Şiir, şahsi
olmasının yanı sıra bir arada tutuculuk görevini de
her zaman üstlendiği gibi bugün burada iki şairin ruhunu
buluşturmuş, uçmaklarında onları şad etmiştir.
Başka sözle, şiir bir kutsal ruhtur,
canları, coğrafyaları bir gövdede pençe ve kartal
gibi birleştirir. Her fırsatta bu bir olanları -
Türk şairlerini, Türk edebiyatı adına
yararlı olmuş şahsiyetleri anmalı, anlamalı,
şahlanmak için çaba sarf etmeliyiz. Yazımı
bütün insanların aşk ve hoşgörü ile beraber
hatırladıkları, özellikle Türk milletinin kalbinden ve
yolundan ayırmaması gereken şahsiyet Yunus Emre'nin şu
sözleri ile tamamlamak istiyorum:
"Dil
söyler kulak dinler,
kalp
sözler kainat dinler."
Kainatın
dinlemesini sağlamak adına kalbimizden
söylemek ve söylenmiş olanları dinlemek her zaman
yararımıza olacaktır. Azerbaycan Türk
Edebiyatı'nın "pençeli" şairi Mikayıl
Müşfik ve Türkiye Türk Edebiyatı'nın
"kanatlı" şairi Ziya Osman Saba gibi kalp cevherini -
mücrüsnü hiçbir zaman unutmamış, insan
duygularını yüce tutmuş kişilikleri anmak bu
yüzden çok önemlidir.
Kardeş edebiyata selam ve sevgilerimle. Her zaman kalbiniz ile
yaşamanız dileğiyle...
İlhami KOÇ
Ədəbiyyat qəzeti.- 2022.- 29
yanvar.- S.16;17