Elçin Efendi Ve
"Stalin'in
Ölümü"
Adlı Hikayesi Üzerine
Professor.Dr. Salim
Çonoğlu qardaş Türkiyədə fəaliyyət
göstərən Balıkesir Universitetində
çalışır. Bir
çox elmi əsərləri işıq üzü
görüb. Türk ədəbiyyatı və
Türk Dünyası ədəbiyyatları haqqında
maraqlı araşdırmaları var. Ədəbiyyatımızın
yaxın dostu və təbliğatçısıdır.
Oxucularımıza S.Çonoğlunun
"Elçin Efendi Ve "Stalin'in Ölümü"
Adlı Hikayesi Üzerine" məqaləsini təqdim edirik.
Modern
Azerbaycan edebiyatının yaşayan en büyük
ustalarından biri olan Elçin, Yavuz Akpınar'ın
ifadesiyle, hem edebiyat inceleme ve tenkitleri hem de roman ve hikayeleriyle
dikkatleri üzerine toplamış bir yazardır. Elçin'in
edebi eserleri, hem teknik hem de tematik bakımdan ülkesinin
sınırlarını aşan özellikleri haizdir. Böyle bir etkinin oluşumunda, eserlerindeki kurgusal
sağlamlığın yanı sıra hem kendi
yaşadığı döneme ışık tutan hem de
evrensel değerleri içeren temaların ve sosyolojik
perspektiflerin estetik ve edebi bir dille aktarılması önemli
bir rol oynar.
Hikaye ve
romanlarıyla Azerbaycan edebiyatında tam anlamıyla bir yol
açıcı, aydınlığın geldiği bir ocak
olan Elçin, Azerbaycan edebiyatının Sovyet ideolojisinin
kısıtlamalarından kurtulmaya başladığı ve
daha serbest hareket etme imkanına kavuştuğu 60'lı
yılların sonunda edebiyat dünyasında görünür.
1960 sonrası Azerbaycan edebiyatı,
kırılmaları ve yenileşmeleri içeren bir başka
dönemdir. "1960'lı yıllar
Azerbaycan edebiyatında yeni bir devrin başlangıcıdır.
Çağdaş Azerbaycan hayatı veya
çağdaş insan ele alınmış; nisbeten ideolojik
yaklaşımlardan uzak, realist eserler, değişik teknikler ve
anlatım yollarıyla ortaya konulmuştur." Bu dönemde Azerbaycan edebiyatında Elçin, Anar
Rıza, Yusuf Samedoğlu, Mevlüt Süleymanlı gibi
yazarlarla yeni bir nesil ortaya çıkar. Artık
edebiyatta gerçek insanı görme, insanı ruhi durumuyla,
iç dünyasıyla ve çevresiyle kurduğu
münasebetle ortaya koyma gibi önemli meseleler ön plana
geçer. Bu, bir bakıma insanı anlamak,
anlatmak, edebiyatı ideolojinin hakimiyetinden kurtarmak, edebiyata
kaybettiği canlılığı yeniden kazandırmak,
edebiyat aracılığıyla geçmişi ve bugünü
birleştirmek amacı da taşır. Bu
nesli önemli kılan, insanı ön plana çıkararak
edebiyatı ideolojinin dar ve sığ gerçekliğinden
kurtarmış olmalarıdır. Bu durum,
prestroyka gibi edebiyatın yeniden yapılanmasıdır. Kendine, kendi toplumuna ve insanına dönme, kişinin
kendi benliğine dönmesi için edebiyatı realist
unsurları merkeze alarak yeniden inşa etmesidir.
60'lılar
Edebi Ekolü ya da bir başka ifadeyle yeni nesil, 1930-1960
yılları arasında Sovyet sisteminin edebiyattan
dışladığı "insan"ı ve
"insanın iç dünyası"nı,
yeniden edebiyatın gündemine taşıyan önemli bir edebi
nesildir. Azerbaycan edebiyatında, bir devre adını da veren 1960
edebi neslinin güçlü kalemlerinden ve en üretken
yazarlarından biri olan Elçin, eserlerinin büyük bir
kısmını Sovyet ideolojisinin zirvede olduğu bir
dönemde yazmış olsa da sisteme angaje olmak yerine Azerbaycan
Türk edebiyatına hizmet etmeyi amaç edinmiş ve eserlerini
bu yolda vermiştir.
Elçin'in, roman ve hikayelerinde halk kültürüne,
toplumsal belleğe ve milli kimliğe ait unsurlar oldukça
belirgin ve belirleyicidir. Onun eserlerinde Azerbaycan Türklerinin kültürü ve
Sovyet döneminde karşılaştıkları problemlerin
ön planda yer alıyor olması, - geçmişe ait edebi
birikimin toplumun içinde yaşadığı dünyada
yitip gitmemesi için tarihselliğini sağladığı
düşünüldüğünde - yazarın, toplumun bu
metinlere tutunarak, onlar aracılığıyla
geçmişiyle bağ kurması ve bugünü
anlamlandırmasına katkı sağladığının en
belirgin göstergesidir.
Jusdanis,
Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, Milli Edebiyatın
İcat Edilişi adlı kitabında bir milletin millet olabilmesi
için iki şeye ihtiyacı olduğunu söyler:
"Sınırlarını genişletmek ve kendi
edebiyatını yaratmak." Bu ifade, ortak
değerler yeniden inşa edilirken ve milli unsurlar kolektif
hafızada canlandırılırken edebiyatın bu inşa
sürecine güçlü bir katkısı olarak da
değerlendirilmelidir. Milli kültür,
toplumsal belleğin mülküyse ve insanların
duyarlılığına etki ederek, toplumsal bir mutabakat
oluşturmada bir araç olarak kullanılacaksa, bu etkilemenin
edebiyatın katkısıyla olacağı
açıktır. Toplumsal ve bireysel
anlamdaki tüm kazanımların ortak ifadesi olan milli
kültür, bu anlamda bireysel kimlikleri daha büyük ve
güçlü bir birliğe bağlar. Bu
bağlantıyı sağlayan ve güçlendiren şey,
edebiyattır. Bu bağlamda 60 sonrası,
edebiyatın kuru kelimelerin bir araya gelerek oluşturduğu
metinler topluluğu olmasından daha çok, nispi bir
bağımsızlığın doğurduğu
özgürlük ortamının edebiyata yansımasıyla,
hemen her edebi türde problemlerin ideolojinin kuşatmasında
olmadan işlenmeye başlamasının önünü
açmıştır. Edebiyatın
kendine, kendi insanına dönerek öze dönüş metni
haline gelmesi, kaybedilen insanı ve insani birikimi arama ve yeniden
ortaya koyma noktasında önemli bir çaba olarak
değerlendirilmelidir. Bu durum,
"Yürü Ayvaz'ım dönelim dağlara" demektir,
yani aslına, kendi ben'liğine ve toplumsal gerçekliğine
dönmek demektir.
Özellikle 60'lı yıllar, Azerbaycan hikayesinde en
güzel örneklerin verildiği, deyim yerindeyse
öykünün çiçek açtığı
zamanlardır.
Stalin'in ölümünün ardından yazarlar eskiye göre
daha serbest hareket etme imkanına
kavuşmuşlardır. Elçin'in bu nesil içindeki
önemini vurgulayan Adıgüzel, Elçin, Anar, Yusuf
Samedoğlu, Ekrem Eylisli, Sabir Azeri, Mevlüt Süleymanlı
gibi yeni nesil yazarların Azerbaycan'da milli şuur, kendine
dönme, kaybolan insanı yeniden keşfetme ve
özgürlük gibi önemli düşüncelerin
uyandırılmasında büyük katkılar
sağladığını ve Elçin'in özellikle
özgürlük idealinin en güçlü yazarlarından
birisi olduğunu, 60'lı yıllarda Azerbaycan nesrinin
gelişiminde yeni bir merhale olduğunu ifade etmektedir. Özgürlük ideali açısından onun
hikayelerine bakıldığında Sovyet sisteminin her şeye
rağmen güçlü olduğu zamanlarda bile Elçin'in
yazdıklarını değiştirmeden okuyucusuna
ulaştırdığı görülür. Elçin'in hikayelerinde özgürlüğün
algılanış biçimleri, kimlik, aidiyet, kültürel
bellek ve tarihsel bilinç gibi unsurlar çerçevesinde
kurgulaştırılır.
"Stalin'in
Ölümü" Hikayesinde Düzenin Hamisi/Koruyucu Otorite:
Muktedir Baba
Ahmet Hamdi
Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi'nde, divan şiirinin "saray istiaresi" etrafında
şekillendiğini belirterek; şairlerin hayal dünyasında
"bütün bir sarayın yaşama tarzını
buluruz" der. Tanpınar'ın tespitine göre saray, aydınlığın
ve feyzin kaynağı olan hükümdara, onun cazibesine ve
iradesine bağlıdır. Her şey hükümdarın
etrafında döner, bu sebeple "hükümdar, gölgesi
telakki edildiği manevi alemi, Allah'ı-Müslüman Şarkta
olduğu kadar Hıristiyan Garpte de -
nasıl temsil ediyorsa hayatı da öyle temsil eder." Bu bağlamda, devlet düzeyinde iktidarın
karşılığı, aileyi bir arada tutan ve otoriteyi
sağlayan babadır. Hükümdar, sadece
Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak kalmaz, aynı
zamanda etrafında dönen toplum ve hayatla
devlet/hükümdar-baba ilişkisi de kurar. Aile için baba, tıpkı devlet düzeyinde
olduğu gibi düzen sağlayıcı ve koruyucu otoritedir.
Babadan boşalan aile reisliği makamına kimi zaman,
aileden bir başkası geçer. Böylece, yıllar
boyunca güçlü ve güvenilir babalar tarafından
korunmuş toplum / aile, herhangi bir sarsıntıya uğramadan
varlığını ve düzenini devam ettirir. Çünkü burada söz konusu olan baba, biyolojik,
kültürel anlamda devamlılığı sağlayacak bir
kavramdır. Babanın
varlığının, otoritesinin ortadan kalkması, aileyi
bozulma, dağılmayla karşı karşıya
bırakır. Öte yandan, Tanrı'nın
yeryüzündeki temsilcisi/mührünü
taşıdığı kabul edilen ve bu anlamda
yaşatıcı bir doğal baba babalık rolü
üstlenen hükümdar/doğal baba, haliyle toplumu
bütünüyle kuşatır, toplumu bir araya getiren bireylere
sahip çıkar ve ait olduğu/içerisinde
biçimlendiği kültürün, inanç ve değerler
sisteminin sürekliliğini sağlar. Bu
sürekliliği sağlarken adalet ve eşitlik
düşüncesinden ayrılmaz, bu iki düşünceyi
mutlaka gözetmeye çalışır. Ancak
toplumda eşitliği, adaleti, düzeni tesis edemediğinde
krizler, dağılmalar hatta çatışmalar da
kaçınılmaz olur. Dolayısıyla
mikro düzeyde bir ailenin babasızlığı ya da başka
bir deyişle otorite kaybının bozulma ve dağılmaya
sebep olması, makro düzeyde toplum için de geçerli olur.
Türk dünyası edebiyatlarının önemli
izleklerinden biri olan babasızlık birbirine yakın
üç trajik kaynaktan beslenir. Bu kaynaklardan ilki, 1917 Ekim İhtilali'nin beraberinde getirdiği yeni ve
karanlık dönemdir. Bu yeni dönem,
evlerinden/yurtlarından koparılan insanların
"Ölüm ve Korku Günleri"yle dolu yok ediliş
tarihidir. Kolektifleştirme, köylerde
kolhozlaştırılma, dünyanın dört bir tarafına
gönülsüz sürgünlük, hapis ve ölümler,
ihtilal sonrası çekilen acıların kağıda
dökülen kısa listesidir sadece.
İkinci
kaynak, 1917 sonrası egemen olan ideolojinin, yerini
sağlamlaştırmak adına dayatmaya
çalıştığı yaşam biçimidir. Thoma'ya göre, Sosyalizm, aileye
düşmanlığı gizleme ihtiyacı duymaz.
Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan sonra bu
düşmanlığa uygun bir biçimde kolektif eğitimle
kitlesel deneyler yapılır. Bunlar ideolojik
direktiflere uygundur, ne var ki bu durum aynı zamanda zaruretten
doğar, çünkü savaş ve devrim milyonlarca
çocuğu annesiz ve babasız bırakmıştır.
İlk Sovyet yılları aynı zamanda
büyük eğitim deneyleri, çalışma komünleri
ve çocuk yurdu laboratuvarlarının devridir. Başlangıçta bir zaruret olan tüm bu
kurumların ilerleyen yıllarda aileyi zayıf
düşürmek amacına hizmet ettikleri bilinmektedir.
Bu
düşünceler, Sosyalizm ve aile arasındaki ilişkinin
değişen boyutuna da işaret eder.
Babanın iki fonksiyonu vardır: Aile reisi ve geleneğin
taşıyıcısıdır. Toplumun da
dünyanın da direği babalıktır. Ancak koruyucu ve kollayıcı babanın yerine bir
başka irade geçmekte ve deyim yerindeyse çocuklar
devletleştirilmektedir.
Son kaynak ise, binlerce insanın istemeden kurban olduğu, binlerce
ailenin babasız, erkeksiz, eşsiz kaldığı, binlerce
ocağın söndüğü II. Dünya
Savaşı'dır. İnsanın
hiçbir yere ait olmadığına, kökeninin
hiçlikte kaybolduğuna dair o duygu, daha savaş, babaları
çocuklarından zorla koparıp almadan önce
yayılır. Artık etrafta rastlanılan
kayıp oğullar ve kızların adeta kökleriyle ve hayatla
bağları kopmuştur. Zira evlerinin
adreslerini hiç bilmedikleri için eve geri dönmek isteseler
dahi artık yolu bulamazlar. Çocukların/kederli
yetimlerin, babalarını kaybetmelerinin acısı, sadece
psikolojik manada değil hayatla her mücadelelerinde derinleşir. Babaların ölümü ya da hissizleşmesiyle
birlikte çocukların yalnızlığı başlar.
Sağ kalan babalarsa savaşta yaşadıklarından
dolayı hem sosyolojik ve iktisadi hem de psikolojik krizlerle baş
etmek zorundadır.
Elçin'in hikayelerinde de hem köklerini/aidiyetlerini
kaybetmemenin uğraşını veren hem de kimlik yitimine
uğrayan bireylerin kendi gerçeklikleri ve kültürel
bellekleri ile kendilerine dayatılan bir sistem içerisindeki
savruluşları, psikolojik detaylarla aktarılmaktadır. "Stalin'in
Ölümü" adlı hikayede
görüldüğü gibi köklerini kaybetmiş,
ortalıkta dolanan, düşünce krizleri içerisinde kendi
gerçeklerinin farkına varamayan gençlerin sayısı
yavaş yavaş çoğalır. Bu
hikayede de babasızlık birbirine yakın üç trajik
kaynaktan beslenir. İlki, Ekim Devrimi'nin dayattığı
yaşama biçimi ve çocukların devletleştirilmesiyle
yetiştirilen kondüktör Abdülkerim gibi karakterlerin
beslendiği kaynak, ikincisi babaların ve daha sonra da
evlatların Stalin'i eleştirdikleri gerekçesiyle
tutuklandığı, ölüm ve korku günleriyle dolu yok
ediliş tarihi, üçüncüsü ise binlerce
babanın istemeden kurban olduğu ve hiç bilmedikleri,
duymadıkları yerlerde Stalin uğrunda hayatlarını
kaybettiği II. Dünya Savaşı'dır.
Stalin
Despotizmiyle Yüzleşmek: Babasız Kalan Toplum
İktidar, baba ve toplum arasında bir düzen ve
devamlılık ilkesi vardır. Bu ilke çerçevesinde
Türklerde de hükümdarın, Tanrı'nın
yeryüzündeki temsilcisi ve mührünü taşıyan
kabul edildiği ve bu anlamda yaşatıcı bir doğal baba
yani babalık rolü üstlendiği açıktır. Bu doğal baba, haliyle toplumu bütünüyle
çepeçevre kuşatır, toplumu bir araya getiren bireylere
sahip çıkar ve ait olduğu/içerisinde
biçimlendiği kültürün, inanç sisteminin
sürekliliğini sağlar. Bu sürekliliği
sağlarken adalet ve eşitlik düşüncesinden
ayrılmaz, bu iki düşünceyi mutlaka gözetmeye
çalışır. Doğal baba,
yaşamın tamamıyla üzerinde değildir. Toplumda eşitliği, adaleti, düzeni tesis
edemediğinde İç Oğuz ve Dış Oğuz'da
olduğu gibi çatışmalar kaçınılmaz olur.
Öte yandan babanın/iktidarın
gücünü, kudretini sınırlayan mekanizmalar vardır.
Bunların başında toplumu bir arada tutan kurallar
bütünü olarak tanımlayacağımız
"töre" gelir. Töre konuşunca baba
susmak zorunda kalır.
Yıllar boyunca güçlü ve güvenilir babalar
tarafından korunmuş toplum/aile herhangi bir sorun yaşamaz. Çünkü
burada söz konusu olan baba, biyolojik, kültürel anlamda
simgesel bir babadır. Ancak Türkistan'ın işgaliyle
başlayan ve Ekim İhtilali'ni izleyen
tarihsel süreçte zihinlerdeki düzeni sağlayan baba
algısı değişir ve babayı, aileyi zayıf
düşürmek ya da ortadan kaldırmak amacı güden bir
varlık olarak algılayan bir başka düşünce yer
etmeye başlar. Artık despotik, düzen
sağlamaktan çok düzeni yıkmak görevi üstlenen
bir yapı tesis olunur. Bu doğal bir babalık değil,
ideoloji üzerinde biçimlenen bir üvey babalıktır.
Bu
bağlamda, hem iktidarı simgeleyen güç hem de bu
gücün ailedeki karşılığı olan ve toplumun
geleneksel ve kültürel değerlerini koruyan, taşıyan ve
aktaran babaların iktidar Tanrısıyla yer değiştirmesi
ve doğal babanın ortadan kalkması, birey ve toplum
açısından pek çok sorunu da beraberinde getirir.
İktidar Tanrısı/Üvey baba, toplumun tarihsel,
kültürel, inanç anlamındaki birikimini yok sayarak yeni
kurallar/yasa(k)lar koyar. Artık,
kültür, gelenek, millet, saygı ve sevgi gibi
devamlılığı sağlayacak sosyal, kültürel,
duygusal bağlar üzerinden temsil edilmeyen yeni ve korkutucu bir baba
imgesinin varlığı hakim olmaya başlar. Geleneksel baba rolünün ayaklar altında
çiğnenmesi beraberinde kimlik ve değerler
çatışmasını getirir. Bu iki
güçten birisi eksik olduğunda, kişisel ve toplumsal
bunalım kaçınılmazlaşır. Üvey çocuk psikolojisini tüm toplum derinlemesine
yaşamaya başlar.
Bir millet için inanç, dil, gelenek, kültür vb.
kavramların ne denli önemli ve yaşatıcı olduğu
ortadadır. Açıkçası, birey/toplum; oluşturulan
yeni birliğin içerisinde kendisini güdüleyecek,
anlamlı hissettirecek motifleri görmek zorundadır. Ancak, yeniden ve farklı bir bütün oluşturmaya
çalışan baba için küçük
parçalar birer tehdit olarak algılanır. Vatan ve devlet geçmişi olan bu parçaların
geçmişi yok edilerek hafızaları
sıfırlanır. Baba bu yüzden despottur ve kendi
iktidarını sürdürmek adına
merhameti tamamen ortadan kaldırır. Bu merhametsiz
tavrın en bariz örneklerinden biri Stalin'le ilgilidir. 1912 yılında Bolşevikler Gürcistan'da bir evde
bir araya gelirler. Stalin de toplantıya
katılanlar arasındadır. Misafirler evin
misafir odasına buyur edilir. O sırada Stalin evin dokuz
yaşındaki küçük oğluyla holde yalnız
kalır. Birden çocuğun yüzüne bir tokat patlatır
ve ardından çocuğa bakarak, "Artık beni hiç unutmazsın, der."
Stalin devrinin fiziki, sosyolojik ve psikolojik etkileri kurmaca
metinlerde de önemli bir yer edinir. Elçin'in
hikayelerinde Stalin döneminin etkilerinin bireysel ve toplumsal
yönleri, özellikle halkın içine kök salan hatta kimi
zaman farkında dahi olunmayan korku kültürü,
kabullenilmiş kolektif çaresizlik ve körü
körüne bağlılık bağlamında yer edinir.
Elçin, "Stalin'in Ölümü"
adlı hikayesinde bu yeni döneme egemen olan kudret
Tanrısının/algısının nelere sebep olduğunu
ortaya koyar. Stalin'in hastalanmasını ve
ölümünü bir gazete haberinden okuyan Bakü'deki bir
mahallelinin kolektif bilinçaltına işleyen "kudret
algısı", tepkisel şaşkınlık ve
endişeler aracılığıyla aktarılır.
"1953
yılının soğuk bir 5 Mart günü, Perşembe
günü," Bakü'de kışın sert soğuğuna
rağmen birdenbire dünyayı ısıtan güneşin
ortaya çıkması, mahalleyi alt üst eden
ve herkesi ani bir şok dalgasıyla karşı karşıya
bırakan "kara haberle, daha doğrusu o haberin kara
endişesiyle uyuşmaz." Zira kimsenin inanamadığı,
herkesin elini ayağını kesen bu kara
haber, kendisine yücelik, kutsiyet ve yıkılmazlık atfedilen
Stalin'in ağır bir hastalığa yakalanmış
olmasıdır. "STALİN yoldaşın hastalanması
hakkındaki hükümet tebliği" başlıklı haber, posta memuru Muzaffer tarafından yüksek
sesle Kommunist gazetesinden okunurken mahallelinin telaş ve
şaşkınlığı, kondüktör
Abdülkerim'in Muzaffer'in okumasını yarıda kesip Stalin'i
muayene eden hekimlerden ilkinin soyadını sormasıyla bariz bir
hal alır. Zira kondüktör Abdülkerim'in
daha fazla bir telaş ve heyecanla, doktorun Yahudi olup
olamayacağını aklından geçirip,
olamayacağına kanaat getirmesi, hastalığın
gerçekliğini ya da kaynağını sorgulama
çabasıdır.
Hikayedeki karakterlerin Stalin'in hastalanmasına, böyle bir
felakete, inanamamaları, Fatma Kadın'ın oğlu kunduracı
Balaniyazın yanında çırak olan ve Balaniyaz
tutuklandıktan sonra mahallenin aşağı başındaki
kulübede ustasının yerinde oturup işini gören
kunduracı Ağagül'ün kuvvetli bir inançla
söylediği "Ale, Stalin 72 dil bilir! Hesteliyi ona heç ne
eliyebilmez! Lap ağır olur, ne Olur olsun!"
ifadelerinde anlamını bulur. Bu ifadeler,
Stalin'in, mütehakkim gücünü ve "muktedir baba"
rolünü yansıtıcı tarzdadır. Bunun yanı sıra Muzaffer'in haberi okuyup bitirmesinin
ardından oluşan derin sükut, kaygılı bir
bekleyişi, bilinmezliği ve yargılayıcı eleştiri
yitimini gözler önüne serer. 1941 yılında,
postacı Muzaffer'in savaşın başladığını
Kommunist gazetesinden haber verdiği an dahi bu
tarz bir sükutun yaşanmamış olması, mahallelinin
kaygılarının boyutunu gösterir. Zira Sarıhamam'ın
önüne toplananların "bundan sonra nasıl yaşayacaklar[ını]"
düşünmeleri, otoriteden/babadan yoksun oluşun yol
açacağı "yetim"liğin ve düzenin ne
şekilde değişeceğinin bilinmezliğini içerir.
Oysa mahalleden Stalin aleyhine konuştukları gerekçesiyle
götürülenler ve bir daha haber
alınamayanlar düşünüldüğünde Stalin
sevgisi anlamı sorgulanması gereken bir durum olarak belirir. Yakınlarını,
sevdiklerini Stalin döneminin baskıcı rejimine kurban verenlerin
"bundan sonra ne olacağını"
düşünmelerinin umut içermesi beklenirken umutsuzlukla
şekillenen bir kaygı atmosferinin hakim olması
çelişki gibi görünse de toplumun kılcal
damarlarına kadar işleyen bir sistemin,
alışılagelen düzenin, adanmışlığın
ve zorunlu aidiyet kodlarının bozulmasının geleceği
nasıl etkileyeceğinin bilinmezliği söz konusudur.
Hikaye
karakterlerinden Fatma Kadın'ın papakçı olan kocası
Eşref, 1939 yılının bir bahar gecesi, "güya
birileri onun papakçı dükkanında oturup yoldaş
Stalin'in aleyhinde konuş[tuğu]"
gerekçesiyle, evden alınmış ve bir daha da
dönmemiştir. Stalin döneminin yıkıcı
etkilerinin sosyolojik ve psikolojik gerilimlerle birlikte
aktarıldığı hikayede, kocası rejim tarafından
götürülen Fatma Kadın, Ağaniyaz ve Balaniyaz adlı
oğullarıyla yalnız kalır. Savaş
sırasında Ağaniyaz muharebeye gider, yaşı tutmayan
Balaniyaz ise gitmez. Dönemin duyguları alt üst eden
kaotik yapısı ve halkın içinde bulunduğu durum,
Ağaniyaz'ın "Stalin uğrunda hücum ederken kahramanca
hayatını kaybettiği[ni]" yazan
kağıdın Fatma Kadın'a verilmesiyle de vurgulanır. Zira
"halk düşmanı" olarak yaftalanan kocasını,
dükkanında Stalin aleyhine konuşmalar
yapıldığı gerekçesiyle kaybeden Fatma Kadın'a oğlunun Stalin uğruna kahramanca
öldüğü haberi verilir. Bu bağlamda
Stalin'in "muktedir baba", devletin ve halkın yegane hamisi
olarak kutsanması, onun için mücadele edenlere de değer
ya da "şeref" kazandırır. Nitekim
mahalleye bakan mesken tamirat idaresinin reisi, müdür Garibli,
savaştan sonra idaresinin önünde "STALİN
UĞRUNDA" adlı büyük bir şeref levhası
yaptırmış ve halk düşmanının oğlu
olmasına rağmen, Ağaniyaz'ın resmini de bu şeref
levhasına vurdurmuştur." Aynı aile
içerisinde Stalin aleyhine konuştukları gerekçesiyle
tutuklananların yanı sıra Stalin uğruna kahramanca
ölenlerin olduğunun kurgusal düzleme yerleştirilmesi
dönemin karakteristiğinin bir yansımasıdır. 1951 yılında Ağaniyaz'ın resminin levhadan
çıkarılma sebebi ise kardeşi Balaniyaz'ın, Stalin
aleyhine konuştuğu gerekçesiyle - diğerleri gibi bir
bilinmezliğe götürülmesidir. "Halk
düşmanının oğlu da babasının yolundan gitmiş[tir]" ve tam iki yıldan beri
Balaniyaz'dan haber alınamamıştır. Babası
gibi Balaniyaz'ın da akıbeti hakkında çeşitli
söylentiler dolaşır. Burada dikkat
çeken hususlardan biri de Ağagül'ün
hatırlamaları üzerinden Balaniyaz'ın Stalin'e
biatının boyutlarının aktarılmasıdır.
Zira Balaniyaz, savaş zamanında kalbinin üstüne Stalin
resmini dövdürür. Aslında Stalin dövmesi mahallenin
bütün gençlerinin kolunda vardır
"çünkü [onlara göre] dünyada Stalin'den
büyük hiçbir adam
olmamıştı[r]."
Hikayede,
geriye dönüşlerle Stalin döneminin
açtığı derin yaralar aktarılırken an'da ise
"muktedir baba"nın
hastalığının yol açtığı
endişelere yer verilir. Koruyucu ve despotik baba
figürü olarak Stalin adeta insan ötesi özelliklerle
donatılmış bir varlık olarak
konumlandırılır. Söz gelimi
Muzaffer, Stalin'in sıradan insanlar gibi/kendileri gibi
"zavallılık, acizlik, çaresizlik,
imdatsızlık" içeren hasta kelimesiyle birlikte
anılmasını şaşkınlıkla karşılar ve
hasta olacağına inanamaz. Bir anlık
düşünceler içinde bundan sonra iyi şeyler
olabileceğini, mesela af
çıkabileceğini, gözü yollarda kalan kara
günlülerin bahtlarının biraz
açılabileceğini düşünen Muzaffer'in bu
düşündüklerinin gerçekleşmesinin Stalin'in
ölümüne bağlı olduğunu fark etmesi korkuya yol
açar ve Tanrı'nın kendi ömründen alıp Stalin'e
vermesi için dua eder. Ağagül de
kaygılıdır, bundan sonra ne olacağını
düşünür, ancak Stalin'in iyileşeceğine
inancı tamdır. Onun da Muzaffer gibi Allah u Teala'nın kendi ömründen kesip Stalin'e
vermesi için dua etmesi, alışılagelen düzenin
devamlılığı için kendinden vazgeçmeyi ve
adanmışlığı yansıtır. Muzaffer ve
Ağagül'ün dualarının salt sağlık temennisi
içermeyip kendi ömürlerini de feda etmeyi göze almaları,
"muktedir baba"nın
varlığının kendi varlıklarından önce
düşünüldüğünü gösterir.
6 Mart 1953 sabahı Sarıhamam'ın önünde
Muzaffer'in titreyen sesiyle Kommunist gazetesinden, Stalin'in ağır
bir hastalıktan sonra vefat ettiğini okuması üzerine
Sarıhamam'ın önüne toplanan mahalle cemaatinin
içinden öyle bir ah kopar ki, çocuklar hüngür
hüngür ağlamaya başlar. Mahallede
hükümetin temsilcisi/gözcüsü olarak ünlenen ve
mankurt tipini örneklendiren Kondüktör Abdülkerim ile
göz göze gelenlerin daha şiddetli ağlamaları ise
korkuya dayalı refleksleri içerir.
Kıpkırmızı kızaran gözlerinden yaş akan kunduracı Ağagül, o anda kendi kendisine
erkek sözü verir:
"Mutlaka
evleneceğim, mutlaka oğlum olacak ve oğluma mutlaka KOBA
adını koyacağım… Ve aslında şimdi kimin
şuuru varsa, oğluna KOBA adını koymalıydı,
hiç olmazsa herkesin evinde kendi KOBASI olurdu, o KOBALAR büyürdü,
o dahi rehberin adını ebediyen yaşatırdı."
Fatma Kadın'ın duygu karmaşasını oluşturan
durumlardan biri de Stalin ölürse artık bu dünyadan
hiçbir umut kalmayacağını düşünmesidir.
Hikayede,
"maskelenen halk düşmanlarını ifşa ede[n]"
Kondüktör Abdülkerim ise itaatkarlıktan uzaklaşan
mücrim bireyleri işaret eder, etiketler.
Sistemin, halk arasındaki gücü ve Stalin'in gölgesi
gibidir. Bu bağlamda Abdülkerim'in, Stalin'in ölmesi ile genel
af çıkacağını düşünerek tedirgin
olması ve "ölecek zamanı buldu koca sırtlan"
ifadesiyle öfkesini dışa vurması, halka nüfuz eden
korkunun ortadan kalkacağına endişelerin
yansımasıdır. Etrafına "tehdit edici nazarlar"
ile bakan Abdülkerim'in, Stalin sadakatinin göstermelik olduğu
ve kendi bireysel çıkarları uğruna kendi milletine
nasıl zarar verdiği de böylelikle açığa
çıkar.
İşte,
"Stalin'in Ölümü" adlı hikayede de dile
geldiği gibi, üvey baba ki, - takma adı da bu
üveyliğin sağlamasıdır: Stalin (çelik adam),
parçanın geçmişten getirdiği devlet, tarih bilinci
ve kültürel arka planı tamamen reddederek, her birine ayrı
bir bilinç vererek onları ayrıştırır. Bu
parçalardan birini öne çıkarıp, diğer
parçayı mahrum eder. Böylece despot babaya mahkum bir
yapı inşa edilir. "Stalin'in Ölümü"
hikayesinin babasızlıktan kaynaklanan ana sorunu da bu tür
bunalımlar ve hakim zihniyetin koruyucusu ve devam ettiricisi olan
devletin, iktidarı altında bulunan insanları sınıf
mücadelesi bağlamında, feodal-burjuva milliyetçiliği
suçlaması, bir ülke halkının neredeyse
tümünü sürgüne göndermesiyle
bağlantılı olmalıdır. Bu bağlamda,
Elçin'in hikayesinde Fatma Kadın, eşi ve çocukları
etrafında anlatılan eksik aileyi, özellikle de babanın
yokluğunu, toplumdaki hakim zihniyetin
koruyucusu/kollayıcısı olan devletin despotik tavrıyla
ilişkilendirmek mümkündür. Bu
ilişkilendirme, romanlardaki yetimlik duygusunu ve bu yetimliği
kültürle telafi etme isteğini de anlamlı
kılacaktır.
Salim Çonoğlu
Ədəbiyyat qəzeti.- 2023.- 8
aprel.- S.16-17.