Əhməd Şmidenin Bakı Dövlət
Universitetinin
Fəxri Doktoru
seçilməsi münasibətilə 3 mart
1997-ci ildə
Almaniyanın Bonn şəhərində
keçirilən tədbirdə
çıxışı
Ekselanslar,
sayın bayanlar, sayın baylar!
Eğer tercüman olarak kırk yılda
gösterdiğim faaliyetleri bir an iddialı kaçacak bir
tabirle "ömrümün eseri" şeklinde nitelendirmem
caizse, o zaman bugünkü tarih hiç şüphesiz
sözünü ettiğim uğraşıların zirvesidir.
Azerbaycan Devlet Universitesi bana fahri doktorluk
ünvanını vermişdir. Fakiri bu şekilde
onurlandırırken adı geçen ilim kurumu, başta Türkiye
və Almanca konuşulan ülkelerde Azerbaycan edebiyatını
tanıtmak ve yaymak hususunda uzun yıllardan beri
gösterdiğim naçiz faaliyetleri işaret etmektedir.
Gerçekten de olabilir ki, yüzüme gülen talih bu
konuda bana bir şeylerin uhdesinden gelmek imkanını
bahşetmiş olsun. Bu cümleden olarak Türkiyede, Almanyada ve Avusturyada belli
bazi mevkutelerde Azerbaycan edebiyatı və kültürüne
hasrederek neşrettirmeğe müvaffak olduğum makalelerden
başka Türkçe ve Almanca bir
dizi kitaplardan söz etmek, bu meyanda geçenlerde Oğuz
Türklerinin milli eposu "Dede Korkut" destanlarının
Almancaya yeniden çevirisini dile getirmek mümkündür.
Kelimeleri
ihtiyatla seçmem, sözü nereye getirmek istediğimi sizlere
sezdirmiş olacak: Azerbaycanın, Türkiyenin və diğer
belli bazi Türk ülkelerinin edebiyatları ile meşgul olmak
bana hiç zaman zorunlu bir görev gibi gelmemiştir. Aksine bu
meşguliyet her zaman beni derinden tatmin
etmiş, mutlu kılmış, hatta - tabir caizse - bir yerde
murada erdirmiştir. Adliye mekanizmasındaki
günlük çevirmenliğin, aynı sahada - Türk
kökenli diller sahasında - edebi tercüme faaliyetleriyle
birbirlerini tamamlama durumuna getirilmesinin,
bağdaştırılmasının mümkün olduğunu
görmek bahtiyarlığına ermiş, şanslı biriyim.
Geçmişte
- az da olsa - Allahın izni ile
başarılmış olan bazı işlere nazar atfedebilmek
mutluluğu ise, meramımın her zaman hüsnü kabul
görmesi ile ancak mümkün olabilmiştir. Azerbaycanlı
olsun, Anadolu Türkü olsun - Türk insanı, edaların
samimisini sahtesinden ayırt etmesini çox iyi bilir. Sahte veya hadd bilmezlikten doğma tavırlara
çoğu kez gururlu hiddetle, hatta celalla tepki gösteren
Türk, gerektiğinde mert faket sert tenkidi bile açık
fikirlilikle karşılayarak dili ve düşünme tarzı
için karakteristik olan sadelikle "Dost, acı
söyler!" demesini bilir.
Mühataplarımın
bu açık fikirliliği beni hep
dizginlemiş, sevindirmiş, bana şevk vermiştir. Böyle bir ortamda çalışmak kolaydır.
Dolayısıyla ben hep verenden ziyade kendimi alan,
bağış gören durumunda görmüşümdür.
Buna rağmen bugün bu kadar yüksek bir
biçimde onurlandırılmam; kendi tarihinin erken
çağlarından beri, kendinden emin olmasına
karşın kadirşinaslık dediğimiz fazileti beslemesini
bilen, kendisine verilenleri hep artıklama ile karşılamayı
anane haline getiren bir milletin asillığini gösterir.
Bendenize
bugün verilen şerefi - haşa! - hakediş
telakki etmem. Aksine bonkörce takdir ve taşvik
biçiminde alğılarım. Yerimi rahatlatıp:
"İşte bu kadar, Beyler!" demek
niyetinde değilim. Bilakis kalan gücüm elverdikçe,
kırk yıldır inşasına çalıştığım
bir köprüye taş yığmağa
devam etmek azmindeyim: Vatanım Almanyayı, vatanım
Azerbaycanı ve vatanım Türkiyeyi birbirine bağlasın
istediğim edebi ve medeni körpünün yapımına
bundan sonra da iştirak etmek istiyorum.
Bundan otuz
yıldan çok bir zaman önce Azerbaycanlı şair ve
filozof Bahtiyar Vahabzadenin bir dörtlüğü, son derece
zengin bu kültürü, her türlü sevgiye layık bu
milleti gittikçe artar coşku ile sevmeme vesile olmuştu. Bu
satırlarda ifadesini bulan ulu gerçek beni
bundan sonra da gevşeklikten, ataletten uzak tutsun:
Yaşamak
yanmaktır! Yanasın gerek!
Hayatın manası yalnız ondadır.
Mum eğer yanmazsa, yaşamaz demek
Onun da hayatı yanmasındadır.
Fırsat
gelmişken bir düşünceye daha burada yer vermek istiyorum:
Daha Sovyetler Birliğinin çetin şartları altında
iken otuz yıldan çok bir süre önce ilk kez bir taraftan
Azerbaycan ile Almanya ve öte tarafta Türkiye ile Azerbaycan
arasında temelinin atılmasına muvaffak olunan o harikulade
dostluk münasebetlerini, coğrafi ve etnik açılardan
birbirlerine bu kadar yakın olmasına
rağmen şerir bir kıskançlıkla birbirlerinden uzak tutulan Azerbaycan ve
Türkiye Türkleri arasındaki ilk edebi mübadeleleri, gerek o
zamanlarda, gerekse bügun devletinin başında duran bir adama
medyunuz. Bir devlet adamanın uzak
görüşlülüğü ile olsun, akıllı
politik düşünüp taşınmaktan olsun, veya
vatansever bir temel görüş ya da duygudan ileri gelen his sevki
ile olsun - her ne sebepten olursa olsun: Haydar Aliyev bu ilişkileri her
vakit korumuş ve hiç değilse o zamanki sisteme uyğun
gelmeyen bu faaliyetlerin aktörlerini zaman zaman başgösteren
şiddetli ve tehlikeli saldırılara karşı himaye
etmişdir. Bu, inkar edilmez bir gerçektir.
Blokların
yıkılışından sonrakı zamanlarda yine de Aliyeve
karşı beslediğim sempati ve şükran
duyğularımdan dolayı beni
kınayanlar olmuşdur. Bu kinayelere cevabım hep şöyle
olmuştur: Çetin şartlar altında, pek vahim bazı
durumlarda dostlarımı, kendimi ve o nefis kültürler
arası ilişkileri olası zararlara karşı koruyan eli ben ısırmam. Bende hakim olan bu anafikiri,
Prusya kralı Büyük Frederikin kabacanlı ifade tarzı
ile dile getirmek gerekirse: "Ein Hundsfott wer Gutes mit Schlechtem
vergilt!". Güzelim Azerbaycan
Türkçesi ile aynı düşünce, ifadesini her halde
şöyle bulmalıdır: "Yahşılığın
evezinde yamanlık eyleyen eclafdır!",
veya Türkiye Türkçesi ile: "İyiliği
kötülükle mükabele eden alçaktır!".
Büyük
Frederik derken, bu son geçen yıllarda artar sıklıkla
zihnimi meşğul eden bir fikri dile getirmek
ihtiyacı beliriyor. Bir zamanlar, özellikle Prusyada, Türk
insanını dost bilmek ananedendi. Bir varmış, bir
yokmuş... Çağdaş düşünce
dediğimiz nevzuhur cahilliğe göre, dış
görünümde farklı olmak, baba mirası kültürden
vazgeçmemek hususundaki özgür iradesini kullananlara
karşı çıkmayı adeta fazilet bilmeğe
başlamıştır. Türk Dünyasından gelen
insanlar konu olurken, cırtlak sesleri duymamak mümkün
değil. Türk insanı karşısındaki
temel anlayış çarpıtılmıştır.
Bunun nasıl mümkün olduğu hususunda belli somut
tasavvurlarım varsa da, bunları burada uzun uzadıya anlatmak
niyetinde olmamakla beraber şu soruyu sormak istiyorum: Biz Almanlar, bu kadar açıkgönüllükle,
içtenlikle bize uzatılan dostluk elini bazen görmemezlikten
gelmek, bazen dudak büküp geçmek durumundamıyız
acaba? Dünyada dostlarımızın sayısı acaba bu kadar bol mudur ki, böyle bir potensyala bu denli
savurganlıkla karşılıq vere biliyoruz?
Nihayet mühatabımız bir tek Türkiye değildir. Türkiyenin yanında Azerbaycan,
Türkmenistan, Kazakıstan, Kırgızistan, Özbekistan ve diğer Türk dilli ve
kökenli devletler yer almışlardır. Harıtaya
baktığımızda, Güneydoğu Avrupada Orta
Asyanın doğusuna kadar uzanan muazzam bir
ülke kompleksi gözümüze çarpıyor. Artık
yalnız Türkiye yok, yuvarlak hesapla çeyrek Milyar
nüfuslu bir Türk Dünyası var. Gözlerinde sabit nokta
olarak Türkiyenin durduğu bu büyük kitle, şimdiye kadar kendilerinden esirgenen kimliğini bulma
yolundadır, bu kendi kendisini bulmanın heyecanını
günden güne daha çok yaşamakta, idrak etmektedir.
Çağdaş
Azerbaycanın kurucusu, Bakü Devlet Universitesinin adını
iftiharla taşımakta olduğu Mehmed Emin Resulzade - ruhu şad
olsun! - üç renkli Azerbaycan
bayrağında da ifadesini bulan milli doktrinin
özülünü atmışdır: mavi renk Türk
unsurunu, kırmızı renk ileriye
dönüklüğü, yeşil renk de İslam ögesini
simgeler. Azerbaycan devletinin Anayasası ve bünyesi, bu temel
görüşün esasında, din ve dünya
görüşünden asılı olmayarak, bütün
vatandaşlara eşit hak ve vecibeler getirir. Buna
benzer ana görüşler - hiç olmazsa ana yön olarak -
aynı gruba mensup diğer devletler için de geçerlidir.
Bu durum karşısında, o iklimden gelme insanlara
karşı takınacak tavırlar açısından,
asrın lütfü niteliğinde gördüğüm bu
paha biçilmez dostluğun gün geçtikçe daha da
ufalandırılarak ileri geri laf ve davranışlarla heba
edilmesine karşı itiraz sesimizi yükseltelim.
Dostluk çağrısında ve ikazında bulunmak,
işlerin bilicisi insanların hakkı ve vazifesi olsa gerek.
Naçiz
şahsıma yöneltilen alicenap taltif kararına göre
Mehmed Emin Resulzade adlı Azerbaycan Devlet Universitesinin İlmi
Şurasına derin minnetdarlğımı sunarken, her
türlü sevgiye layık Azerbaycan milletinin zengin sanat ve
edebiyatının daha da çok tanınması yolunda
gücüm müsaade ettikce acizane katkıda bulunmaktan
kaçınmayacağıma söz veriyorum.
İzin
verirseniz, bu fakir gibi duyan ve düşünen insanlara,
onsekizinci asır Azerbaycan şair ve devlet adamlarından Molla
Penah Vakıfın bir dörtlüğünü şiar kabul etmelerini teklif etmek istiyorum:
Vakıf,
yad et seni yad eyleyeni,
Men sevirem, mene yarım deyeni.
Koymaz göz önünden seven seveni.
Könülden könüle yollar görünür.
Sağ
olun! Teşekkür ederim!
Əhməd Şmide
Ədəbiyyat qəzeti.- 2023.- 14 yanvar.- S.4.